Şöyle otuzuna gelmeden sağlam birkaç dostun oldu oldu,
olmadı geçmiş olsun! Artık işyerinde -mesleğinin hamuruna göre- muhabbetlerin
klişe döngüsünde günü tırmalar durursun. Mevsimine göre hava durumu tespitleri,
meslekle ilgili kronik şikayetler, akşama ve haftasonuna dair planlar, istiklal
marşı ve kapanış.
Ama yolun başında nasıl olduğunu anlayamayıp da sırf
kanın kaynadığı için “bir de baktım laf lafı açmış” dediğin insanlarla devam
ediyorsan hayata, kaderin en büyük bonuslarından birini kapmışsın demektir. Öyle
bir tabur adamdan da bahsetmiyorum hani. Gerçek dost dediğinin sayısı bir elin parmaklarını
geçmez zati.
Eğer çok ağır bir ergenlik geçirmediysen –ki biz 90’lar
kuşağı olarak ergenliği sosyal medya tarafından değil ailesi tarafında
yönetilen bir nesil olduğumuz için o konuda pek sıkıntı çekmedik- liseden bir
iki, üniversiteden illaki, daha da ballıysan iş hayatına atıldığın ilk yıllarda
“ekonomik özgürlük” marşıyla uygun adım yürüdüğün o birkaç kişi, işte o kadar.
Ülkemize nerden geldiği belli olmayan “ilk öpücük” hatıra
sepeti ile ilgili onca yazıp çizerken ilk sigarayı içtiğin, cebindeki son parayı
paylaştığın yeri gelip ana babana kırıldığında gidip yüreğini açtığın o
insanları kimse önemsemez oldu. Bugün sosyal medyada binlerce takipçisi olan, ileti
ve fotoğraflarını beğenip onlara yorum atanları dost sanan şu nesili zaten
Allah bildiği gibi yapsın.
Lakin söz meclisten dışarı… zira ben dostları ve dostlukları
konusunda şanslı biriyim. Belki kader ilerde en yakın arkadaşım olacak olan
ablamı elimden çok erken aldığı için bana böyle bir torpil geçmiş de olabilir,
orasını bilemeyeceğim.
Lise yıllarının o yarı genç yarı çocuksuluğu, hele üniversite döneminin o kendimizce asi ruhu, ve
nihayet yılların artık durulttuğu şu hayat bana önemli bir şey öğretti: şöyle
tak diye telefonu kaldırıp ya da çat diye kapısına varıp ama sevincini
paylaştığın ama derdini döktüğün bir dostun yoksa hayatta…
boşa yaşamışsın boşa…
sevgiyle...
esra
boşa yaşamışsın boşa…
sevgiyle...
esra